17 Aralık 2012 Pazartesi

Kendimi yalnız hissediyorum...


Söz ona ait değildi ama ben ondan duyardım.
Rahmetli anneannem çok sık kullanırdı : "bütün akıllar pazara çıkmış, herkes gidip kendi aklını satın almış"
...
...
Galatasaray yenilgileri ile darmadağın olurdum ama olmadım, değiştim mi ?

Bekliyor muydum ?
Hadi itiraf olsun, sadece 1 defa "olabilir" demiştim yani beklemiştim...Onda da cine5'in şifreli ekranında, bizim salonda sehpanın da durduğu sağdaki  kaleye Johnson golü atıvermişti...Sehpanın köşesi demirdi...

"Ben hayatımda böyle kötü Fener görmedim" diyen var.
En sevdiğim konu...Daha kötülerini çok rahat sayarım ama susuyorum.

"Bekir bitirdi bizi" diyorlar...Salim kafayla düşünüyorum "alakası yok" diyorum...Susuyorum...Herkesin bir günah keçisi var...

Gökhan -Terim sarılmasına o anda kızmamıştım...Terim'i sevmiyorum. Sarılmam, öpmem...Kızanları çok net anlıyorum, hak veriyorum...

Meireless'in atılması ile geçen sezon Dia'nın atılması arasındaki benzerlikleri gördüğümü düşünüyorum... Sarı kartlar haklı ama oraya gelmesi ince ayardır, yani kurgu diyorum...Raul atılıp çıkarken armayı öpmesini yemiyorum...Ama "İşte Fenerbahçelilik budur" diyenlere kızamıyorum...

Fenerbahçe'nin yenilgisini bekleyip "Alex'i gönderen zihniyet..." cümleleri kuranların  iyi niyetinden şüphe ediyorum..."Alex olsa kazanırdık" diyenlere örnek verebilirim, susuyorum...

"Aykut efendi hatalı kadro ile başladı" diyenleri ciddiye almıyorum.
"Aykut Hoca hatalı kadro ile başladı" diyenleri dinliyor "onların kafasındaki o büyülü isimler kimdi acaba" diye merak ediyorum...Susuyorum...Yenilgilerden sonra bir hata veya hatalı bulup rahatlayan çok arkadaşım var...Onlar adına terapi oluyor diyorum...

Aziz Yıldırım'ı iyi anladığımı düşünsem de ,"suskunluğun Fenerbahçe'deki karşılığının farklı algılandığını bildiğini" de biliyorum... Öfke kontrolü yapamayan dostlarıma kızıyorum ama dert anlatmaya çalışmıyorum..."Bu iş böyle zor gider" diyenlere de hak veriyorum...

Neticede bazen kendimi çok yalnız hissediyorum..." Ah keşke.." diyorum susuyorum...

Fenerbahçe ile ilgili gerçek ve algıları bilen çok az kişiden biri olduğuma inanıyorum ama benim gibi düşünen milyonlarca kişi daha var onu da biliyorum...Gidip kendi aklımı pazardan düşünmeden alırım diye itiraf edebiliyorum...

Bu yenilgi ile perişan olmadım ama kızım sabah servise giderken "üzüldün mü ?" diye sorunca itiraf ettim...Onlar yani çocuklar üzüldü diye düşününce daha da üzüldüm....
...
...

Küçükken,  Fenerbahçe yenilince odamdaki bazı posterleri çıkartır, yerlerini değiştirir, yenilerini asardım...Sonra Fenerbahçeli futbolcuların soyadlarını ezberden sayar unuttuklarım varsa hatırlardım... Yani Fenerbahçe yenilgisini Fenerbahçe ile ilgilenerek  unutur kendimi bir sonraki haftaya hazırlardım...

2000'li yılların başında fenerlist/antu çıkınca yazmaya başladım...Benim gibi terapi amaçlı yazanların yazılarını da okumayı hiç ihmal etmedim...O da terapi oluyordu...

Üzgünüm, "bu fener'den bi sikim olmaz" tarzındakilere hiç prim vermedim...iyi yapmışım hala vermiyorum...

 - Yazınca rahatladın mı bari ?
-  Bilmem,belki...
-  Bu yıl ne yapar Fenerbahçe ?
-  Galatasaray'ı yener son haftaya puan puana girer. Karabük kazanırsa ligde kalır. Fenerbahçe kazanırsa şampiyon olur...
- Hasta mısın nesin ! Bir daha öyle bir an yaşamak ister misin ?
- Kesinlikle !
- Senin aklına...


6 Aralık 2012 Perşembe

Çocuğa Çocuk Emanet Edilmez !

Annemin sözüdür : Çocuğa Çocuk Emanet Edilmez ! 
(çocuğun olunca anlarsın) parantezi içinde "olunca" anladıklarımdan.
-Kızım, kardeşin nerede ?
-Demin buradaydı...

***

2001-02 sezonundayız.

Bir hafta öncesinde Ahmed Hassan Ankara'da hayatı dondurmuş.
Öyle kalmışız.

Ardından sahamızda Göztepe ile oynuyoruz.
"Ben böyle yağmur görmedim" denilirse inanılacak, görülmemiş bir yağmur var.

Stad yapım halinde.
Oturduğunuz yerin tepesi kapalı olsa da, rüzgarın keyfine göre sırılsıklam olmak mümkün...Rüzgar da adil davranıp sürekli yön değiştirince statta ıslanmayan kalmıyor.

Maçtan önce Göztepe'de oynayan eski futbolcumuz Metin Diyadin  "oo ooo ooo ooo  Metin Diyaaaadin" denerek tribünlere çağrılıyor, eline göğsüne götürüp eğilerek selam veriyor.

Fenerbahçe yağmura rağmen müthiş mücadele edip 3-0 kazanıyor.
Anderson kaçırdığı gollere rağmen mücadeleyi bırakmayıp sonra ilginç bir  gol atıyor.
1981 yılından bir kare...

Eve dönme zamanı.
O senelerde maça deniz otobüsü ile gelip, dönüşte Kadıköy'den Karaköy veya Eminönü vapuruna biniyorum.

Vapura bindiğimizde, montlar içindeki sweatshirte, sweatshirt fanilaya, fanila derimize yapışmış durumda...

Vapurdaki ahşap sıraların sonunda camının altında formalite icabı mevcudiyetini koruyan ısınmayan bir kalorifer var.

Karşıma birincisi 16-17, diğeri 7-8 yaşlarında iki kardeş oturmuşlar.

Üzerlerinde sadece eşofman üstü var, pantolonlarına kadar sırılsıklamlar .
Abi, kalorifer tarafını kardeşe vermiş.
İkisinin de çeneler titriyor.

Abi'nin kardeşine "çok üşüdün mü" sorusundan  "çok üşüdün titriyorsun, seni bu havada maça niye getirdim, keşke getirmeseydim, şimdi eve gidince bizimkilerden fırçayı yiyeceğim" düşüncelerini hissetmek mümkün.

Kardeşin "yoo" sözünden de "acayip üşüdüm, kesin hasta olacağım ama söylersem bir daha maça falan göndermezler" endişeni hissediyorsunuz...

Abi, "ama güzel maçtı değil mi ?" diye kardeşine sorarken aslında " ıslandığımıza değdi değil mi ? " anlamını da hissetmiş bulunuyoruz.. 

Birer çay içiyoruz.
"Kalan haftalarda Galatasaray puan kaybeder mi, biz kaybeder miyiz" diye konuşuyoruz.

Tahmin doğru, abi inisiyatif  kullanıp ufaklığı maça getirmiş..."Şimdi babam bu halde görünce.." deyip cümleye başlıyor "ayvayı yedim" tarzında gülerek tamamlamıyor..."Sabah da hava kötü değildi" diyerek niye tarzan gibi geldiklerini açıklıyor...

Bizim sohbet bitince de "Eminönü'nden tramvay, sonra bir minibüs" evdeyiz diye kardeşine moral veriyor...Yolları uzun...

Bu arada vapurdakilerin abartısız tamamı, sanki vapur alabora olmuş, denize saçılmışlar sonra tekrar vapura binmişler gibi...Şehir hatları tarihinin en ıslak yolcu grubu...

Eminönü'ne yaklaşırken klasik "her zaman her yerde en büyük Fener" tezahüratı yapılıyor...

O maçtan sonra beklentimizin biri gerçekleşiyor, hasta oluyoruz. Diğeri gerçekleşmiyor, Galatasaray'ı yakalayamıyoruz.

Kıssadan hisse :

1) Fenerbahçelinin Fenerbahçe’yi sevmesi Türkiye’nin en büyük kıyametidir ! -İslam Çupi

2) Çocuğa çocuk emanet edilmez-Annem

5 Aralık 2012 Çarşamba

Bu aşı tuttu: Fenerbahçe'ye penaltı yok


12 Şubat 2012 Fenerbahçe deplasmanda Karabükspor ile oynuyor.
68.dakikada hakem(Fırat Aydınus) Fenerbahçe lehine bir penaltı veriyor.
Alex kaçırıyor...Fenerbahçe yeniliyor...

O tarihten bugüne 28 haftadır Fenerbahçe penaltı kazanamıyor.

Ancak bu Fenerbahçe için sıradan,kanıksanmış bir durum
Nasıl sıradan ?
Son yıllarda Fenerbahçe kaç hafta penaltı kazanamamış bir bakalım:

2005-06 29. haftası ile 2006-07 29. hafta arası, 33 hafta.
2006-07 32. hafta ile, 2007-08 21. hafta arası, 22 hafta.
2009-10. hafta ile 2010-2011 6. hafta arası, 29 hafta

Fenerbahçe'nin penaltı orucu için bilimsel açıklama yapmak mümkün değil.
"ceza sahasına girmiyorlardır " gibi sözler inandırıcılıktan uzak,artık güldürmüyor bile...

Hakemlerin, Ulusoy döneminde temelleri atılan "aman Fenerbahçe lehine hata yapmayım,bu basın beni yakar"  aşısı tutmuş durumda...

Verilmesi gereken 10 penaltıdan biri kötü niyetle verilmiyorsa dokuzu "aman şimdi Fener'e penaltı verdim diye başım ağrır,pozisyon tam %100 değil ,%70 falan... yanlış görmüşsem biterim" düşüncesinin eseri...


Evet,en az 12 dakika duran maçı sadece 5 dakika uzatıp abartmış olabilirim.Ama ya Fırat ?  
-Bir de , elit hakemlerimizden Cüneyt Çakır'ın adı şike soruşturmasında 2010-11 sezonundaki 6-0 biten Fenerbahçe-Ankaragücü maçında 3 penaltı verdiği için çıkmıştı ama sonra bir anda o yayınlar kesildi ve konu bir  daha konu gündeme gelmedi...
-Abi yani sen,koskoca hakeme şantaj mı yapıldı diyorsun ?
-Aklıma geldi söyledim.
-Geç abi bunları yaaa....Aykut krasiç'i de bitirdi...Bu adam yıldızları sevmiyor ,bilerek oynatmıyor...

Not: Penaltı rakamları için Tamer Bağlan'a teşekkür ederim

27 Kasım 2012 Salı

Levent Yardımcı- (1999 Pendikspor-Fenerbahçe hakemi)

Taraftarlık içinde iyi günde var kötü gün de.

14 Aralık 1999'da Fenerbahçe'nin Pendikspor'a 2-1 yenilmesi trajedi'de olabilir komedi'de...
Bakış açınıza,zamana bağlı...

Fenerbahçeli taraftarlar maçta yedikleri 2 gol için "biri penaltı falan değildi,diğeri de net ofsayttı" demişlerse de "Abi bırak ofsaytı falan Pendik'e yenilmeyecek koskoca takım" sözleri karşısında susmuşlar,konu süratle "Rüştü'yü Aziz Yıldırım niye dövdürdü" ye dönmüştü.Hatırlanacağı gibi o olayla Aziz Yıldırım'ın ilgisi olmadığı yıllar sonra ortaya çıkmıştı...

Ulusoy: Unutmadık,kalbimizdesin...
Maçla ilgili o zaman da aklıma takılan bir detay vardı,maçın 1760 lisans numaralı hakemi Levent Yardımcı .

Pendikspor-Fenerbahçe maçına kadar sadece 1 süper lig maçı (19.09.1999 Altay-Erzurum) yönetmiş bu hakem niye Fenerbahçe maçına verilmişti ?

ve

Neden,Pendikspor -Fenerbahçe maçından sonra sadece 2 süper lig ,3 Lig B (şimdiki spor-toto süper lig) maçı yönetip o sezon hakemliği bırakmıştı ?

Soruların cevabını bilen varsa blogun yorum kısmı açık...

SÜREKLİ MESAJ
"Hakemi de yeneceksin arkadaş"

19 Kasım 2012 Pazartesi

Elit Hakemler ve Fenerbahçe

Ülke puanımız kadar önemli bir konuda hiç kuşkusuz ülke prestiji.

Neyse ki ülke prestijimizi ayakta tutan iki elit hakemimiz var .Hadi artık futbol konuşalım ve onların Fenerbahçe performansına bir bakalım.

Fenerbahçe'nin Eskişehirspor ile 1-1 berabere kaldığı maç 1959 sonrasındaki 1784.maçı.
Tablo şöyle:

1784 Maç
1015 Galibiyet [ %56,89]
476  Beraberlik [ %26,68 ]
292 Mağlubiyet [ %16,37 ]


Fırat Aydınus ile Fenerbahçe maçlarına baktık (lig +kupa)

29 Maç
15 Galibiyet [%51,72 ]
6 Beraberlik [%20,69 ]
8 Mağlubiyet [%27,59 ]

"Kupayı katmayın, sadece ligi katın ,bir hakem kolay yetişmiyor ,Fırat'ı yedirmeyiz " diyenler için sadece lige de bakalım :

24 Maç
12 Galibiyet [ %50 ]
5 Beraberlik [ %20,83 ]
7 Mağlubiyet [ %29,17 ]

Cüneyt Çakır ile Fenerbahçe maçlarına da baktık (lig+kupa)

25 Maç
14 Galibiyet [ %56 ]
4 Beraberlik [ %16 ]
7 Mağlubiyet [ %28 ]
..
..
.. Sorun Eskişehirspor maçında ortaya çıktı sananların selam ederken, elitler  Fenerbahçeyi sevmez diye bitirelim...


Bahane bulmayın ,gerekirse hakemi de yeneceksin arkadaş
( 2010-11 Gaziantespor maçı 90+ 4 )

Not: Rakamlar için Tamer Bağlan'a teşekkürler :)

5 Kasım 2012 Pazartesi

Bir Osmanlı Yazı

Melih Esen Cengiz'i ,evimize ve bütçemize sığamayan Asr-ı Fener 'den biliyoruz.

Fenerbahçe tarihine ilgisi ve bilgisi onu,zor ve özenli yapılması şart bir işe,tarihi bir futbol romanı yazmaya itmiş...Nisan 2012'de çıkan bu -okunması gereken- romanının adı "Bir Osmanlı Yazı"

Roman ,tarihi gerçeklere sadık kalınarak 1914 yazında İstanbul'da Fenerbahçe Spor Kulübü odaklı yazılmış...

1914 yazında Fenerbahçe, Osmanlı donanmasına katılan Alman Goeben Zırhlısının bahriyeli futbolcularından oluşan takımıyla maç yapıyor...Alman ve Türk futbolcular bir anda dost oluveriyorlar...

O maçtan kısa bir süre sonra Fenerbahçe ,Çarlık Rusya'sının Odesa takımının davetlisi olarak ilk yurt dışı seyahatini yapıyor . Türk ve Rus futbolcular da  birbirleriyle dost olurken ,Fenerbahçeli futbolcular Rus arkadaşlarına ,İstanbul'da Goeben ile yaptıkları maçı ve sonrasında kurdukları dostlukları anlatıp  Odesa'yı da İstanbul'a davet ediyorlar...Elbette,Osmanlı'nın da kısa bir süre sonra savaşa gireceğini ,Alman Zırhlısı Goeben'in Odesa'yı bombalayacağını o gün sohbet eden futbolcuların bilmesine imkan yok...

Kitabı okurken 1914 yazında, Kalamış ,Papazınçayırı ,Kadıköy Çarşısı,Almanya köyleri, Goeben ve Breslau zırhlısı ,Odesa Limanı ve futbol sahası, Çamlıca tepesi , Alman Sefareti ,Kliseler  ve Çanakkale gibi farklı yerlerde  geziyorsunuz...

Barut kokusu, aşk ve futbol iç içe...

"Sabahat ne kadar güzeldi acaba ? Küçük Nilüfer Jupp'a aşık mıydı abisi gibi mi seviyordu ?" gibi soruların arasında Zeki Rıza da karşımıza çıkıyor, Elkatipzade Mustafa da ,kaptan Galip de...

Bir Osmanlı Yazı'nın 304.sayfasında şöyle diyor : "Savaş böyleydi işte.Savaşa karar verenler ve savaştan gelir elde edenler asla bu gerçeklerin ayrıntılarını ve tablolarını konuşmazlardı yemek masalarında.Belki yemek sonrası kahveyle birlikte yudumladıkları  bir kadeh kaliteli Armagnac'ın teşvikiyle sohbeti renklendirmek için değinirlerdi "

Kitap 'ın başladığı cümle ile bu yazıyı bitirelim:

"BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NDA HAYATINI YİTİRMİŞ HER ULUSTAN FUTBOLCULARIN ANISINA"

17 Ekim 2012 Çarşamba

Nitelikli Dolandırıcılık "iddiası"




Sayın Ünal Aysal "Borsa bu, kar ile zarar kardeştir... Yargı yolu herkese açık" diye kendi deyimiyle ateşi üflüyor... Sönüp sönmeyeceğini zaman gösterecek...

Konu karışık gibi gözüküyor ama değil!


2014-2030 arası 17 yıllık  loca ve kombineleri gelirleri için Denizbank değerleme yaptı ve bu değer 442.9 milyon TL idi...

Sonra dernek (GS Spor kulübü), bunları şirkete devretti. 
Bu bedel üzerinden sonra da sermaye artışına vermesi gereken nakdi, "hani senin bana borcun vardi ya, oradan düş" dedi..

Asıl itiraz noktaları, bu hakların zaten Sportif AŞ içerisinde olması gerektiğiydi 
ve ilaveten ilk sermaye artışından önce açıklanan bu devire olmalıydı...


Şimdi gelelim bir "bilen" yorumuna, Kerem Tibuk ( @keremtibuk ) şöyle diyor:

Locaların kimin olması gerektiği olayı aslında bir skandal. Ama derneğin bu 17 yıllık geliri, değerletip, discount ettirip nakit yerine sermaye arttırımında kullanması çok daha büyük skandal. Üstelik bu hareket her şirkete emsal olur ve sonu acayip biter..


Normalde olması gereken şey ne idi ?

Derneğin elinde bir değer var: 17 yıllık loca geliri.

Sermaye arttırımında kendi payına düşen kısım için bu değeri kullanmak istiyor. Denizbank'a 17 yıllık toplam değeri hesaplatıyor, belli fix bir faizden discount edip değeri bugüne indirgiyor. Atıyorum tam hesap değil, 450 milyon TL lik toplam geliri, % 8'den discount yapıp 250 milyon TL olarak sermaye arttırımında kullanıyor.

Bunun aslında bu değeri temlik gösterip kredi almaktan farkı olmaması lazım.

Bu olayın krediden farkı yok zira gelecek geliri discount edip bugüne indirmek aslında bir nevi 17 yıllık sabit ödemeli ve sabit faizli bir kredi vermenin simülasyonu. Bu hesap yapılırken, yani gelecek gelir toplamı bugünkü değere indirgenirken, 17 yıl boyunca sabit ödemeli, yani azalan bakiyeli kredi ve bu tarz bir krediye yapılan faiz hesabı kullanılıyor.  Yani banka, "sana 250 milyon TL kredi versem, sen bu krediyi sabit taksitlerle 17 senede ödersen toplamda 450 milyon TL ödemiş olursun" diyor bir anlamda.  Mortgage kredisi alan veya niyetlenip bu hesaplara giren herkes biraz anlar bundan...

Peki değerlemeler ve discount oranı doğru olsa bile bu olay kredi alınıp yapılsaydı, yani GS derneği bu geliri temlik edip yapması gerektiği gibi nakit kullansaydı ne olur?

Birincisi, GS derneğinin borcu artmış olurdu, ve ödenene kadar yani 17 yıl boyunca bu borç derneğin defterlerinde dururdu. Şu durumda böyle bir kredi verilmiş olmasına rağmen kaydı yok zira krediyi aslında küçük yatırımcı verdi.

İkincisi bu kredinin riski, derneğin (ve de elbette veren bankanın) üzerinde kalmış olurdu. Localar tahmin edilen geliri getirmese, bu derneğin (ve tabi ki bankanın) sorunu olur dernek bir şekilde ödemeyi yapmak zorunda olurdu. Şu anda bu risk tamamıyla A.Ş. üzerinde ve nakit olarak sermaye arttırımına katılmış küçük yatırımcı da bu riski paylaşıyor, boşu boşuna...

Üçüncüsü, bu olay olması gerektiği gibi kredi kullanarak olsaydı, kıyas kredinin 17 senelik sabit faizli bir kredi olması gerekirdi. Çünkü şu anda yapılan 17 senelik gelirin sabit bir faiz ile discount edilmesi. Bu piyasada 17 senelik sabit faizle borçlanabilen hiçbir şirket yok, sadece 2-3 devlet var.

  
Yani aslında bu "üç kağıda" izin verilmeseydi, GS derneği o loca gelirlerini kullanarak normal piyasa şartlarında borçlanmak zorunda kalacak bu da şu anda yapılanın aksine finansman maliyetinin artmasına neden olacaktı. 

Şu anda şirkete giren sermaye 500 milyon TL nakit olması gerekirken, bu yöntem yüzünden discount edilmiş değer olarak 250 milyon TL loca geliri 250 milyon TL nakit. İlerde faizler artarsa ve olacak olan o artışın bedelini tüm şirketin yani aslında sermaye arttırımına nakit olarak katılmış küçük yatırımcının üstüne binecek.

Ne farkı var?  Bir avantaj kullanmış diyebilirsiniz ama bu olayın iki bacağı var.

Birincisi nakit koymak yerine, 17 senelik geliri discount edip devretmek A.Ş.'nin diğer ortaklarına finansman yükü bindiriyor ve bu olay sermaye arttırımında payların dağılımında hiç kaale bile alınmıyor. Sonuçta şirkete giren nakit sadece küçük yatırımcının koyduğu nakit. Loca gelirleri, aynen 17 senelik gelir olarak giriyor şirkete ve bu gelirler ister istemez yine nakit ihtiyacı için kullanılacak.  Şirket devraldığı bu locaları temlik edip kredi kullanacak.  Ve bu kredinin maliyetini zaten sermaye arttırımında üstüne düşeni yapıp nakit ile katılmış olan küçük yatırımcı da ödeyecek. 

İkincisi daha genel bir şey ve emsal olmasıyla teamüle dönmesiyle alakalı.  Bir sürü şirketin varlığa dayalı tonla gelecek geliri var.  Ama bu gelirleri kullanarak finansman bulabilmek o günün şartlarına ve şirketin kredibilitesine  bağlı. Diğer taraftan bu GS 'nin yaptığı yöntemde bu şartlar yok. Sanki sonsuz bir kredi var. Diyelim bir şirketin 10 katlı bir plazası var.  Bu şirketin sermaye arttırımı yapıp piyasadan para çekmesi için mülkü satmadan bu potansiyel kira gelirini discount ettirmesi yetecek. Yani şirket kredi piyasalarına hiç girmeden, kredi piyasalarının en iyi şartı ile gelecekte o gelir riskini şirkete aktarıp, bir de üzerine şirkete küçük yatırımcıdan para çekebilecek.  Bu durumun yaygın uygulanması durumunda ortada gerçek A.Ş. falan kalmaz.

Aslında bu yaşananların nasıl bir skandal olduğunu anlayabilmek için, sermaye arttırımının yine yapıldığını ve küçük yatırımcının hiç bir şekilde buna katılmadığını varsaymak yeter.  

Ne olurdu öyle bir durumda?

Derneğin payı artardı!  

Aslında hemen önceki yüksek fiyattan büyük oranda hisse satışını düşününce bu da sorunlu ama onu geçelim şimdilik.

Şirkete hiçbir nakit girmiş olmazdı doğal olarak, ve nakit ihtiyacı bu geliri temlik ettirerek çok daha yüksek maliyetli kredi ile karşılanırdı. Elde edilebilecek nakit de o discount hesabına dayanmazdı. Krediyi verecek banka da riski taşımak zorunda olduğundan hem kredi tutarı daha düşük olur hem de faizi daha yüksek olurdu. Üstelik payı arttığı için bu finansal maliyetin büyük bir oranı derneğin sırtına binerdi.

Mesela bu olay yine olacak. Yukarıda dediğim gibi bu devrolunan gelir yine temlik edilip kredi alınacak ama işte bu kredi yükünün bir kısmını her halükarda sırtlanacak olan küçük yatırımcı bir de 150 milyon TL nakit koymuş oldu. 

Tabii Finansal fair play falan da yalan olurdu. 

Bu, her yönüyle "dolandırıcılık" tarihine geçecek bir operasyon.   


İnanılmaz! John Law, Ponzi, Madoff halt etmiş. 

Ve bu kadar gözden uzak olmasını sebeplerinden biri de bu kadar inanılmaz olması zaten.  İnsanların "hadi canım o kadar da değil" diye düşünmesi.

8 Ekim 2012 Pazartesi

Fenerbahçe'yi bırakanlar hep kaybetmiştir-İslam Çupi


11 Haziran 1985 tarihinde İslam Çupi "Fenerbahçe'yi bırakanlar hep kaybetmiştir" başlıklı yazısını yazarken öfkeli olduğunu satırlara bakarak tahmin edebiliyoruz...Yazı için yorum yapmak yersiz...

Futbolcu isimini çıkararak yazının bir bölümü buraya ekleyelim :

xxx bügün milyonların taptığı bir futbolcu olmuşsa,bu oluşta kişisel becerilerinin çok çok dışında ,sırtında taşıdığı Sarı-Lacivertli formaya borçludur.

Bu borcun verdiği ağırlığı taşımak istemeyen, bu taşıma şerefine özveri ile yaklaşmayan, sözleşme bitimlerinde çekilmesi zamansız ve faydasız restlerle Fenerbahçe limanına demirleyen futbolcular,ilahlık mertebesinin kaçıncı katında olurlarsa olsunlar , o limandan daha büyük ve daha kalıcı değillerdir.Deniz ne kadar öfkeli, dalgalar ne kadar öldürücü olurlasa olsunlar;batanlar hep gemilerdir, transatlantiklerdir...Limanlara bir şey olmaz...

7 Ekim 2012 Pazar

BASIN TOPLANTISI

1933'te Goebbles'in propaganda bakanlığına getirilmesinden beri "basın toplantısı" aydınlanmasından (!) uzak duranlardanım. Bu cümleyi görüp hesap yapmaya çalışan abaküs bağımlılarına müjdem var: 1933'ü görmedim. 

Bak ne diyor TDK bilgi için: "İnsan aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü"

Benim aklım ermiyor olan bitene; yalan yok ersin de istemiyorum! İlkokuldayken kaybolan kalemtıraşı, paylaşılamayan silgiyi öğretmene şikayet ederdik. Olur da öğretmen dinlerse, kendini anlatmak isteyen "ama o da geçen hafta benim defter kabımı yırttı!.." derdi. Koca koca adamların şikayet ettikleri nesneler değişse de ilkokul çocuğu gibi konuştuklarını duymak istemiyorum...

Bilgi dediğin gerçek olmalı. Ve dahasını da eklemiş sözlük işte; ilkelerin bütünü... Kurgusal ve saptırıcı olmamalı. Bugün herkesin ağzında olan ama sorsan çoğunun anlamını bilmediği "spekülatif" olmamalı yani...

O bunu demiş; falanca bunlar yapıldığı için böyle davranmış...
"Pazartesi basın toplantısı yapacağım"la başlayan "söyle Samet"le" devam eden, "başkanım izin verirse ben de yanında olacağım"la enikonu anlamsızlaşan ilkokul serzenişlerinden bize ne birader! Ne derdiniz varsa kendi aranızda halletseydiniz, halletmelisiniz ve halledeceksiniz!  Sizin kalemtıraş, silgi veya daha önce yırtılmış defter kabınız bizi ilgilendirmiyor ki...

Laf ola beri gele, klişeden laflar ederken sarfettiğiniz ve anlamlı olan tek şey kişilerin geçici, sadece Fenerbahçe'nin kalıcı olduğu... Nokta! O kadar!

Bizden önce de vardı bu kulüp ve biz yokken de var olacak. İlke bütününe bağlı kaldığınız oranda kalıcısınız. Yoksa Goebbels'in propaganda illüzyonundan öte değilsiniz.

3 gün önce Almanlar'a deplasmanda 4 atıp gelmişiz, bugün Beşiktaş'a 3-0 yeter demişiz... Bırakın keyfini sürelim, sahadaki emekçileri omzumuza alalım.

Ve hakikaten bırakın bu basın toplantısı safsatasını... Gözümüzde, gönlümüzde yücelttiğimiz şekilde yaşayın. Ne kadar abarttığımızı farketmemize izin vermeyin...

Giden için de kalan için de geçerli: "Ben var ya ben"le başlayan rüyalardan sıyrılın, bırakın "siz olmasaydınız, biz n'apardık" diye biz rüya görelim...
Gerçekçi olmaya çalışmamız size zarar: Bir bakarsınız hiçbirinize yer yok!    

Bellisan

2 Ekim 2012 Salı

20'den 10'a.. Ondan Bana...

O, sadece beş yaşında... "Kızım ağlamadan konuş" diyorum. Onu üzen, anlayamadığı, ürktüğü ne varsa anlatırken alt dudağı bükülüyor. Hayat ve getirdiği sorunlar onun ömrüyle orantılı algısı için çok büyük.
"Ağlamadan anlat bir tanem, seni sonuna kadar dinliyorum; birlikte çözeriz" deyip, sarılıyorum. Çözüyoruz...

Bense 44 yaşındayım. Aynaya baktığım yok, dudağım ne kadar büküldü bilmiyorum. Bunca yaş, "bu da geçer" demeyi öğretmiş. Kumlar birikmiş kaya olmuş ve kopan kaya kocaman boşluk bırakıyor.

Beni buralara bağlayan nedenlerden biri olduğunu bilmiyordun. Dedemin ruhuna selam olsun, "kapat Leman, kapat... havadan oynuyorlar" derdi. TRT'nin kırk yılda bir canlı verdiği Fenerbahçe maçını "havadan" nedenle seyredemediğim için yanardım. Senin sayende bizim takımda da topun havalanmadan oynanabildiğini öğrendim.

Hani piyasada satılan kitaplar var ya insanlara matematiğin yaşamın içinde olduğunu öğreten, sayfalara ihtiyaç duymadan seyirle denklem çözmenin basitliğini öğrettin. Seni yıllar önce tanısaydım, üniversitede termodinamikten geçebilmek için bu kadar zorlanmazdım. Minimum enerjiyle, maksimum faydayı sende görür, kavrardım. Minimum enerji deyince senin hareketsiz olduğuna kanıt bulduğunu sananlara zaten zerre itibar etmedim. Bilenle, bilmeyen bir mi ki?

Seni bir anı olarak düşünmekten korktum hep... Doyamadım, doyulmazdın... Zaman dursun ve hep var ol istedim... ve gün geldi senin bizdeki varlığın için "di"li geçmiş zaman kullanan yazı yazıyorum.. Hiç bu kadar zorlanmamıştım yazarken. Kelimelerin sözlükle sınırlı anlamı var ve seni kelime kullanıp sınırlamak şu an hissettiklerime ihanet sayılacak!

Bir gün gidecektin ama seni bizden bu şekilde koparanlara da bir çift sözüm var... Bugün söylemek yersiz. Küçük akılların, küçücük çözümleri onları da bir gün tutundukları yerden söküp, alacak... Ve o gün söylemek istiyorum içimdekini... Onların alışık olduğu şekilde değil, tam yüzlerine karşı...

   

1 Ekim 2012 Pazartesi

"Çim, kum, rüzgar kokan sevda"


Şubat 2003
"Lorant gitmeden bu iş çözülmez" sözüne camiadan karşı çıkanlar "hainler,iş bilmezler ve romantikler".

Lorant gitmiş Oğuz Çetin gelmiş ( Fenerbahçe'nin ,son sezon için teknik adam değişikliğidir) .Bizi tanıyan biri ... Lorant'a köşelerinde "bu takım kros yapmıyor,kondisyonu yok" göndermelerine cevaben Oğuz Hoca ilk iş takımı ormana krosa götürmüş...Ortega "sorunu" ,geometrik olarak büyüyor...

Fenerbahçe erteme maçında Kadıköy'de Beşiktaş'a 1-0 yenilmiş.
Şampiyonluk ümitleri daha da azalmış...

Ebru Köksaldı'nın 6 Şubat tarihli yazısı aşağıda:

Çim, kum, rüzgar kokan sevda

Vücudunu rüzgarın şekline sokup ortadan kayarak, topu hükmedercesine bakışlarıyla önüne çeken Kempes’in, inik çoraplı, yumuşak bilekleriyle dansederek tüm konfetileri süpürdüğü anı her seyredişimde, o tribünlerdeki beyazın ve mavinin içinde uçan tutkunlardan biri olduğumu hissettim hep.

Futbollarının saflığını ifade etmek istercesine, uzun saçlarıyla kendilerini saha içinde özgür bırakan, yandan çizgili siyah şortlu ustaları izlemek, güzel futbolun ölmediğini görüp dejenere futbol dünyasında bir huzur vesilesi oluyor. Tıpkı futbol aşkının köklerini sımsıkı içime saplayan Brezilya gibi.

Bu ekolun üstatlarından birinin, ona sahip olamayanların kıskançlığı, onun kendilerini aşmasından korkanların hazımsızlığı ile kaçırılışına şahit olmak bu yüzden müthiş bir hüzün veriyor insana. Onun hatalarını çok iyi bilmeme rağmen.

Ortega diyor ki "Mutluyum." Ama muhabirler ona "Mutsuzum" dedirtmek için ısrarla soruyor, soruyor, soruyor... Zira ona kulak veren yok. Televizyonda yarım saat konuşuyor ve diyor ki "Kimseyle problemim yok. Ülkemi çok özlüyorum ve dil sorunu yüzünden iletişim kuramıyorum. Ukala, saldırgan, kendini üstün gören biri değilim. Kişiliğime uymaz. Dil meselesi yüzünden belki de insanlar öyle olduğumu düşünüyor olabilir. Anlayış bekliyorum."

Ama karşısında futbolu sevmeyip, futbolu yorumlayanların zehirleriyle futboldan soğutulan bir kitle var. Ortega’nın transfer dedikodularının başladığı dönemden itibaren sergilenen manşet oyunları, iyi olan şeylere karşı hortlayan nefretin delilidir. Transfer olabileceğine inanılmadığında büyük yıldız ifadelerinin iş kesinleşince alkoliğe dönüştüğü, anti - Lorant kampanyaları için Ortega’sız 11 olmaz provakasyonlarının Lorant’ın işi bitince 11’de olmasının suç ilan edildiği bir düzmece.

Kötünün verdiği tatminle keyiflenen canavar gibi Türkiye’deki futbol ortamı. Ortega, putlaştırmayı çok seven spor camiasınca tapınaklarının başköşesine oturtulsun diye bir beklenti yok. Kendisinin de umurunda değil. Çünkü o da River Plate’in Kırmızı - Beyazı’nı yüreğine dolamış, Arjantin’i hayatının rengi yapmış, tribünlerle mutlu olan, tüm yalnızlığını sahada unutan gerçek bir taraftar.

Bunu anlamak için gol attığında, attırdığında yüzünü kaplayan çocuksu sevinci defalarca izleyin. Futbolu seven bizlere onu izlemeye doymak, ona da hatalarını onarmak için gereken tek şey huzur ve zaman. Çünkü futbola aşık olan bir ülkeden, futbolu çamura bulamak için çaba sarfeden bir hapishaneye geldi.


Ümit Özat'ın ortasına kafayla "o" maçta attığı gol sonrası
Not: Ebru Köksaldı'nın bu yazısından sonraki hafta, buz gibi soğuk bir havada oynanan Ankaragücü-Fenerbahçe maçında 55.dakikada oyundan çıkan Ortega son defa Fenerbahçe formasını giymiş.

29 Eylül 2012 Cumartesi

FENERBAHÇE'NİN MÜNAZARASI OLMASA OLMAZ MI?

Hala var mı bilmiyorum, benim zamanımda mecbur tutulurduk... Verilen kouyla ilgili 5 dakika derdini anlatır sonra karşı fikri dinlerdin. Ardından başlardın tartışmaya, kendi fikrini savunur karşındakini de çürütürdün. Görev buydu... Sürenin sonunda kimin haklı olduğuna sınıf parmak kaldırır, sahte demokrasiyle oy verirdi ama karar hocanındı... Savunduğun fikre inanıp, inanmaman sual edilmezdi; önemli olan ne kadar inandırıcı ve karşı tarafın fikrini ne oranda çürütebildiğindi... Yanlış bilmiyorsam, münazara ta Antik Yunan'dan kalma bir ekol. Zamanıyla ilgili yanlışım varsa da antika bir ders olması gerektiğinde fikrim sabit.

Münazara etme alışkanlığı insanın genetik yapısında olsa gerek... Yoksa hala üniversitelerde münazara grupları bulunmaz, bu anlamsız tartışma metodu için şampiyonalar düzenleniyor olmazdı.

Seviyoruz münazara yapmayı. Versinler elimize bir konu, sabahtan akşama kadar haklı çıkmak için tartışıp duralım. Yazılar yazalım, kanıtlar sunalım, karşı taraf diye gördüğümüzün ne kadar fikri varsa çürütüp, posasını çıkaralım. 

Dinleyici olmak gibi bir görevim yok ama münazara tarafı olmadığım kesin. Bu kesinlikten yola çıkıp, yorumcu olayım dedim.

Bu kulübün başkanı, yöneticileri tozu dumana katan bir operasyonla "şikeci" diye içeri alınmış. Şampiyonluk kutlamalarının tadı tam damaktayken, birileri çıkıp "hop, sizin şampiyonluğunuz alınacak" diye buyurmuş. Tam silkelenip, "bir dakika arkadaş" derken Avrupalı biraderler "sizi kupa turnuvamıza almayız" demiş. Eldeki, avuçtaki kalbur üstü futbolcular tozu dumanı görüp ya gitmiş, ya da gri bulutların etkisiyle gönderilmiş. Kimseden ses seda çıkmaz, herkes başı kesik tavuk gibi dolanırken takımının hocası yanına kaptanlarını da alarak "biz buradayız ve sonuna kadar da burada olacağız" demiş. Öyle bir sezon geçirmişsin ki, bugün sokakta ara sıra  gördüğün, marifetmiş gibi giyip, dolanılan penye tişörtlerdeki "feda"nın daniskasını yaşamışsın... Ve sana dokunanı yakabileceğini kanıtlamışsın.....

Ya da bize öyle gelmiş... Senin kulübüne resmen yeni bir şekil vermeye çalışan devasa operasyona aklıselimle cevap verirken, kaptanının kıçı kırık bir mesajıyla başlayan kaosa teslim olmuşsun. Bu ne yaman çelişki?

"Tez kellesi vurula!.."
Mutlak bir otorite olmadığı için son sözü söyleyebilenin kimliği belirsiz ama birinin kellesi gitmeli. Böyle bir DNA kodlaması var sanki... Kılıcın ucundaki kelle için de münazara yapılıyor. Aykut Kocamancılar ve Alexçiler iki grup olmuş, verilen sürede fikirlerini anlatmış. Şimdi sıra karşı tarafı çürütmeye gelmiş...

Nasıl bir illetse bu çürütme ihtiyacı, durup düşünmeden, ayağı gazdan kesmeden karşı taraf olduğuna inandığına yüklenmek zorunda hissettiriyor kendini. Oysa bir an durup, olan bitene şu saçma dairenin dışından bakabilse rahatlayacak.     

Takım çok kötü oynuyor. Hatta öyle ki, her maç daha kötüye gidiyor. Bunda teknik adamın dahli çok büyük.
Sadece futbolculuğu için değil yanına koyduğu kişiliğiyle heykeli dikilen adam, hala sosyal medyaya mesaj veriyor. Derdini anlatmanın tek yolu buymuş gibi...
Aslında ne biri, ne diğeri... çünkü hem biri hem de diğeri...

Bize, yani taraftara bakıyorsun; yağmurlu havadan Aykut Kocaman'ı sorumlu tutanından, Recep Niyazi'yi motive etmediği için Alex'e giydirenine kadar rastlıyorsun. Öyle bir münazara ortamı var ki, gören Aykut Kocaman ve Alex'ten önce Fenerbahçeli'nin varolmadığını düşünür. Dahası onlar yoksa Fenerbahçe de yok olur sanki...

Münazara berbat bir alışkanlıktır. İnsana inanmadığını savundurur, taraf olduğu konuda bağnaz yapar. Ve en önemlisi gerçek olandan koparır.
Oturup tartıştığımızın Fenerbahçe olduğunu hatırlarsak 3 Temmuz'un aklıselim olgunluğu gelecek. Sonuçta zarar gören Fenerbahçe ve Fenerbahçe'nin münazara edilemeyeceğini bir hatırlasak...

Nazım Hikmet'ten alıntıyla son bulsun bu yazı.

.......
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!


A.Bellisan
  

28 Eylül 2012 Cuma

21 Yıllık Bir Aykut Kocaman Hikayesi

1991-92 sezonundayız.

Lige Aydınspor yenilgisi ile başlayan Fenerbahçe, Ali Sami Yen'de Galatasaray maçının da dahil olduğu 8 maçlık bir galibiyet serisi ile lige dönmüş...

9. maçta topun çizgiyi geçip geçmediği tartışmaları arasında Beşiktaş ile 2-2 berabere kalmış...

Ertesi hafta moraller bozuk çıkılan Sarıyer maçında 4 gollü mağlubiyet ile de tüm eleştiri okları teknik direktör Venglos'a dönüvermiş!

21 yıl önce de futbol algısı aynı, 2 galibiyet ile sular durulmuş...

Devrenin son iki haftasına giriliyor.

Fenerbahçe sahasında Samsunspor'u zorlanmasına rağmen Aykut Kocaman'ın golleriyle 2-0 yenmiş ve devrenin son maçı için Gaziantep'e gitmiş.

22 Aralık 1991'de yaşanacak bir olayın Türk futbol tarihinde eşi benzeri olmayacağını haliyle kimse bilmiyor...

Gaziantep maçında o "eşi benzeri olmayan" olaya geleceğiz ama o maç öncesi Venglos da çok dertli, ona da bir yer açalım:
Klişenin kralı: "Kadro iyi ama Hoca oyunu okuyamıyor!"
Fenerbahçe maçta bir çok pozisyondan yararlanamıyor.

Tam maç böyle bitecek derken (bu da güzel bir klişedir) hakem Erman Toroğlu bitime 2 dakika kala Fenerbahçe lehine penaltı veriyor...

Kabul, bu da "eşi benzeri olmayan" bir olay ama konumuz o değil.

Penaltı atışı için topun başına Aykut Kocaman geçiyor.

Kalede Fenerbahçe'nin eski ve ileride tekrar kalecisi de olacak Yaşar Duran var.
Unutmadan, Yaşar ülkenin en iyi penaltı kurtaran kalecilerindendir.

Aykut topu kendi soluna, kalecinin sağına vuruyor veee
top direğin dibinden auta gidiyor...

Aykut üzgün, yere çömeliyor... yıkılıyor...

İşte o anda Türk futbolunda "eşi benzeri olmayan - belki de olmayacak" o olay gerçekleşiyor.
Antepli futbolcular, başta kaleci Yaşar, penaltıyı kaçıran Aykut Kocaman'ı teselli ediyorlar.

Maç bitiyor bütün Antep takımı kendilerine gol atamayan Aykut'u teselli etmek peşinde... Aykut'un çevresinde Fenerbahçeli takım arakdaşlarından çok Antepli futbolcular var, onu yerden kaldırıyorlar...

Bence Aykut, Alex'i kıskandığı için penaltıyı bilerek atmadı (şizofrenik cümleler-145)
Kendilerine gol atamadığı için rakip takımca teselli edilen o futbolcuyu 1995-96'da Trabzonspor maçından sonra empati kurarken görmek tesadüf mü? Değil elbette.
..
..
1991'de Fenerbahçe o penaltıyı kaçırınca lider Beşiktaş ile puan farkı 4'e çıkıyor. Hatta penaltının kaçışı İnönü'de kutlanmış:

Fenerbahçe'nin maçının bitmesini beklemek bir gelenek sanki...
Sezonu da Beşiktaş Fenerbahçe'nin 5 puan önünde şampiyon bitiriyor.
..
..

"Futbolda top çizgiyi geçmezse tüm anlatılanlar boşuna" denir.
Doğrudur da...

Sporcu olmak, sevilen olmak, beyefendi olmak, lider olmak, farklı olmak, sahip çıkmak...
O zor işte!

Uzun yıllar hep beraber.

20 Eylül 2012 Perşembe

ÇIPLAK KRAL NİMETTENDİR!

"Sahada basmadık yer bırakmadı!"
Basmakla ilgili basmakalıp bir meziyet...

Düşün ki kalecisin... Nimetten sayılman için ceza sahanda dört dönüp durman yetmeli. Varsın gelen top gol, geçip giden aut olsun. Farketmez, senin meziyetin toprağa basmak. Toprak nimettir.

"Oyunu iki yönlü oynayabiliyor!"
Boşver sen ilkokul hayat bilgisi dersindeki dört yönü!.. Meziyet, akülü çocuk arabası gibi ileri geri gidebilmen... "x" ve "y" koordinatları yeter, işin içine derinlik katan "z" girince basitlik kaybolur. Alığın tanımladığı bir nokta olmak nimetten...

"Sahada gerçek bir görev adamı!"
Robotsun çünkü... Hem de Amiga bilgisayar teknolojisinde kalan cinsten. Statikten dinamiğe geçmen zor iş. Dinamikte değişken çok; sana "Ali top at", "koş Neşe koş" komutları lazım. Kumanda edilebilmek nimetten...

"Gerçek bir nokta santrafor!"
Santra dediğin center, for dediğin forward... Boşver sen gavurun kelime oyununu. Tükürdüğün yer noktan olsun, nöbet tut. Emanet kutsaldır, kutsal olansa nimet...

"Oyunu çok iyi okuyor!"
Kimbilir neler okudun şimdiye kadar? Ali'nin "cin" olanıyla, Zagor'un dostu konyakçı en iyi rehberin olmalı. Repliklerin, bininci bölümünü seyrettiğin dizi karakterlerinden araklama... Aslında yoksun ama varmış gibi davranıyorsun. Okumayı sökmüş olmak nimetten...

Oyunun kuralı basitse oyun da basit olmalı senin için. Dinamikten haberin yok. Damanın kuralı da basit. Bir düşün bakalım iyi dama oynar mısın?

Yaratıcı kişilikten ödün kopuyor. Güç bela hafızana attığın ezberini bozuyor çünkü... Şablonun ta kendisisin. Senin benzerin çoktan üretilmiş. Üretildiğin için tüketilmekten korkuyorsun. Moda da senin kavramın, demode de...

"Futbol, sonuç oyunudur" dersin. İstediğini alan haklıdır senin gözünde. "Meşin yuvarlak" denince, kendince eskitip bir köşeye attığın "demode" tanıma gevrek gevrek gülersin. "Meşin ne demektir?" desem, kimbilir neler gevelersin?
   
Bu yazıya, hepimizden ve oradaki herkesten farklı olan biri saha kenarına doğru gelirken karar verdim. 68.dakikada salt varlığı bile çoğu zaman farklılık yaratan ama bugün özellikle farkını ortaya koyup, dengeyi taraf olduğumdan yana bozan kişi...

Matematik pek sevilmez. Laf kalabalığına mahal bırakmaz çünkü, yalın bir gerçekliği vardır. Yalanı, dolanı ortaya koyar.

Alex de Souza futbolun yaratıcı matematiğidir. O varsa, denklem çözülür; yoksa laf ebeliği orta oyununa soyunur.

Ben Fenerbahçeli'yim. Gerçek neyse onun peşinden giderim. Rengimdeki laciverdin asaleti soyluluktan gelir. Soyluluğun, senin okuduğun Prens Albert hikayesiyle hiç ilgisi yoktur; kanla taşınmaz. Soyluluk, doğruluktur. Doğruluksa, "kral çıplak" diyebilmektir.

"Sen Fenerbahçeli'sin de biz değil miyiz?" diye bana serzenme, otur ve kendin bul ne olduğunu!..

A.Bellisan.

17 Eylül 2012 Pazartesi

Galatasaraylı "küçük yatırımcı" Mehmet Amca'nın İbretlik Öyküsü


Geçen sene Ağustos ayında 250 TL'den  GS hissesi alan Mehmet Amca'nın hikayesi esasında ülkemizdeki küçük yatırımcının hazin hikayesidir...

Mehmet Amca bu hisseler için 25,000 TL ödemiştir.

Mehmet Amca, haklı olarak da 2011-12 sezonunda tuttuğu takımın şampiyonluk hesaplarını yapmaya başlamıştır.

"Şikeci Fenerbahçe" 3 Temmuz'dan sonra kendi problemlerine gömülmüş, Avrupa'daki gururumuz Galatasaray flaş transferler yapmıştır. Kesin olan GS Şampiyonluk yolunda tırmana şeridinde yol alacaktır ve  önü de sonuna kadar açıktır...

Takım şampiyon olunca nasılsa mıillet Şampiyonlar Ligi nedeni ile hisselere yüklenecektir.

Berberi Salih, Kapalıçarşı'daki gümüşçü dostu Yakup, maçlara beraber gittiği komşusu Hikmet... Hepsi aynı fikirdedir. Geriye kalan tek şey Galatasaray A.Ş. hissesi alıp takım şampiyonluğa giderken sezon sonunda hisselerden elde edeceği kar ile sonraki sezonun kombinesini bedavaya getirmek, olursa da üstüne 3-5 kuruş da kar etmektir.

Ancak evdeki hesap çarşıya uymayacaktır. Zira GS yönetiminin hedefi kulübün borçlarını mucize (!) bir planla azaltmaktır. Mehmet Amca, Yakup, Hikmet ve Salih beylerin durumu gündemde dahi yoktur... Zaten kimse onlara "Gidin hisse alın" dememiştir.
...
...
Galatasaray külübü Ağustos 2011 - Aralık 2011 tarihleri arasında, haftalarca Galatasaray A.Ş. hisselerini satıp halka açıklık oranlarını %15'lerden %45'lere çıkarmıştır.

Bu durum doğal olarak Mehmet Amca'nın hisselerinin değerini düşmesine sebep olsa da kulubün kısa vadede nakit ıhtiyaçlarını ve borçlarını azalttığını düşünmüş, çok da dert etmemiştir. Hatta Hikmet "Sermaye tabana yayılıyor" yorumunu getirmiştir.

Zaten borsadaki diğer hisseler de düşmektedir.

Takım da maşallah iyi gitmektedir. Fatih'in aslanları ligin tozunu atmaktadır... Fenerbahçe'nin küme düşmeyeceği kesin olsa da puanın silineceği aklı başında herkes tarafından kabul edimektedir... Berber Salih'te her daim kızdırdıkları Fenerli dostu Metin hariç! "Nah silerler" demiştir...

Puan silinmesi gecikmiştir ve ballı Fenerbahçe de bir türlü yarıştan kopmamaktadır ama varsın olsun bir yerde kopacaktır...

Aralık ayında Galatasaray uzun zamandan sonra Fenerbahce'yi 3-1 yendikten sonra seri galibiyetlerine başlamıştır. Metroda tıkış tepiş gittikleri derbide stat full çekmiştir... Bu stadın dolu olması gelirlerin artması, gelirlerin artması da hisselerin yükselmesi demektir !

Aralık ayında da hisse senetlerinin kulüpten satışları durmuş, halka açıklık %45 lere oturmuştur.

Mehmet amcamız, bu satışların piyasalardaki en kurt borsacıların bile tahminlerinin ötesindeki bir operasyonun başlangıcı olduğunu nereden bilecektir. Bilemez! Kimse ona kızmasın lütfen!

Galatasaray'ın nakit paraya çok ama çok ihtiyacı vardır ama bu para ne kulüpte, ne de halka açık şirket olan Galatasaray A.Ş.'de mevcuttur. Ama ancak şeytanın düşünebileceği incelikte bir plan yürürlüğe çoktan girmiştir!

Galatasaray bu parayı halka açık olan şirketin hissedarlarından "seve seve" alacaktır!

Günümüze geldiğimizde gördüğümüz ama Mehmet amcanın o tarihlerde haberi bile olmadığı tablo her şeyi anlatmaktadır. Galatasaray A.Ş. son 4 ay içerisinde iki aşamada yapmış olduğu sermaye artışları ile kulübün kasasından bir kuruş çıkmadan küçük yatırımcının cebinden 314 milyon TL 'yü hüüüp diye çekerek kaynak yaratmıştır.

Peki bu mucize (!) nasıl gercekleşmiştir?

Bu operasyonun başarılı olmasının iki önemli adımı olduğunu söyleyelim.

1) Galatasaray AŞ'nin halka açıklık oranının %15'ten %45'lere çıkarılmış olması. Bu sayede sermaye arttırım yükünün yüklenebilecegi taban genisletilmiştir... Eğer Halka açıklık %15'te kalsa idi yaratılan kaynağın sadece 1/3'ü yaratılabilmiş olacaktı!

2) Galatasaray kulübünün A.Ş.'deki sermaye arttırımına katılacak ne parası ne de gücü vardır. Ancak buna bir formül bulunuvermiştir. Devlet tarafından yaptırılıp GS kulübüne verilen Aslantepe Telekom Arena Stadı'nın bir kısmının Galatasaray A.Ş. tarafından 2014-2030 yılları arasında kiralanması sağlanmıştır. Ancak A.Ş.'nin de parasal kaynağı olmadığı için A.Ş. bu kiralama karşılığında kulübe toplam 443 milyon TL tutarında borçlandırılmıştır. Böylelikle yapılan sermaye arttırımlarında, kulübün sermaye arttırımlarına katılımları "nakden" yerine, "alacağının mahsubu" şeklinde gerçekleştirilebilmesinin önü açılmıştır.

Nasıl plan ama?

Alt yapı mı? Hazırdır!

Düğmeye Mayıs ayında basılmıştır.

%9,900'lük akıllara ziyan bir sermaye artışı ile yola çıkılmış ancak gelen tepkiler üzerine (ölümü gösterip sıtmaya razı etmek tam burada nefis kaçar) bedelli sermaye artışı %400'e çekilip sermaye artışından, varolan hissedarlara 1 TL'lik hisse senedi alma hakkını 25 TL primli fiyattan kullandırılmasına karar verilmiştir. Gerçekte bir şey değişmemektedir. Sermaye arttırımına katılacak yatırımcının cebinden hisse başına yine 100 lira çıkacaktır. Böylelikle %45'lik halka açıklık gözönüne alındığında, küçük yatırımcıdan 126 milyon TL para alınıvermiştir. Mehmet amcanın payına buradan düşen de seve seve 10,000 TL'dir.

Kulüp ise para vermek yerine kiralama işlemi ile yarattığı alacağından 153 milyon lira düşerek sermaye arttırımına katılmıştır.

"Mehmet amca bu parayı vermeyebilir miydi?" sorusu akla gelebilir. Elbette ama vermezse hisse miktarı aynı kalırken fiyat bölünmeden ötürü düşeceğinden zararı daha büyük olacaktır. Parayı verirse en azından zararı daha az olacaktır...

Seve seve verilecek bu para için gümüşçü Yakup, berber Salih, komşu Hikmet kafa kafaya verip Hikmet'in bankacı oğluna danışmışlardır. Oğlan "Ah baba ah, ben de Galatasaraylıyım ama şu borsada bulaşılmayacak, güvenilmeyecek 4 kağıttan biridir Galatasaray" demiş ve parayı ödemelerini yoksa yıllarca zararda beklemek zorunda kalacaklarını anlatınca beyler "Aman bari hanımlara söylemeyelim" diyerek bu parayı nasıl denkleştireceklerinin formüllerini düşünmeye başlamışlardır...

Tartışmalar devam ederken asıl vurucu darbe sermaye arttırımının tamamlanmasını üzerinden topu topu iki ay geçmişken alınan yeni sermaye arttırımı kararı ile gelmiştir. Yeni sermaye artışı da %300 olacaktır ve bu sefer 1 TL'lik hisse senedi alma hakkı 10 TL primli olarak kullandırılmasına karar verilmiştir.

Bunun anlamı şudur: küçük yatırımcıdan 188 milyon TL daha nakit olarak Galatasaray AŞ 'ye gitmiş olacak ve GS yine para vermeden, kiralama işlemi ile yarattığı alacağından 230 milyon TL daha düşerek sermaye arttırımına katılacaktır.


Çilek denilen acaba bu mudur ? olabilir !
Mehmet amcanın bu sefer de seve seve vermesi gereken para 15,000 TL olmaktadır.

Toplama bakıldığında her iki sermaye artışına katılan elinde 1 hissesi bulunan GS yatırımcısı gerçekte %1900'luk sermaye arttırımına katılmak durumunda kalıp sermaye arttırımından hisse almak için toplam 250 TL ödemek durumunda kalacaktır.

Mehmet amcanın toplam ödeyeceği de 25,000 TL'yi bulacaktır... Hisselerin değer kaybı da cabası...

Toplamda küçük yatırımcıdan 314 milyon TL para çıkarken, buna karşılık kulüp ise 2014-30 yılları arasındaki kiralama işleminden doğan 443 milyon TL'lik alacağından 383 milyon TL'yi düşerek gercekleştirmiş olacaktır.

Özetle kulüp normalde senelik bazda kiralama yerine 2030 yılına kadar stadı peşin kiralayarak gelecek geliri şimdiden tahsil etmiş ve bu imkanı kullanarak Mehmet amca gibi küçük yatırımcıyı yüksek oranda sermaye arttırımına katılmak zorunda bırakarak 314 milyon TL kaynak yaratmıştır. İşin çarpıcı yönüyse, bu kadar büyük bir operasyonda ne GS kulübünden ne de Galatasaray A.Ş.'den tek kuruş nakdin çıkmayacak olmasındadır...
...
...
Yazıyı fazla uzatmamak ve dikkati dağıtmamak adına "Kiralama işlemine giren stadın bir kısmının ileriye dönük yaratacağı hasılatın esas alındığı değerleme raporunun varsayımları" veya "Bu raporu hazırlayan şirketin kulübün borçlu olduğu bankanın olmasının yaratacağı çıkar çatışması" gibi konuları yazıya dahil etmedim. Hatta bu kadar kısa sürede iki sermaye artırımı bir "insider trading" olur mu diye de sormadım... Finansçı arkadaşlar SPK 47/A'yı oku dediler...

Mehmet amcamız  zaten bu detayları bilmek istemiyor. Bunları bilmenin SPK'ın görevi olduğunu ve kendisini koruyacağını düşünüyor, taa ki geçen gün CNBCe'de kendisi ile aynı takımı tutan SPK başkanının da konuya izleyici oldugunu duyuncaya kadar....

Mehmet amca şimdilerde kara kara yeni sermaye artışı için 15,000 TL'yi nasıl bulacağının hesaplarını yapıyor. En iyisi hisseyi satarak karşılayım diyor. Muhtemelen çok sevdiği kulubü, onun bu hisselerini düşük fiyattan alıp yükseğe satacaktır. Aynı  geçen sermaye arttırımına katılamayanların satışlarını alıp üstüne kâr yaptığı gibi.

Mehmet amca kaç haftadır berber Salih'e gitmiyor diye duyduk... Fenerbahçeli Metin her geldiğinde "Eee at binenin, kılıç kuşananın tabii. Meğer sanat eseri operasyon asıl buymuş.... GS sizi nasıl düdükledi ama?" deyip kıs kıs gülüyormuş...
...
...
Sevgili dostum T.C.'ye teşekkürler

30 Ağustos 2012 Perşembe

Fenerbahçe'yi İstila Edemeyeceksiniz!

Neyse ki hala bizim Fenerbahçe'mize bulaşamadınız... Evet; ulaşamadınız değil, bulaşamadınız!

Ulaşmak için adres arıyorsunuz. Amacınız, ulaştığınız yeri istila etmek...

Gerçek olandan kopuk olduğunuz için GPRS'i icat ettiniz. Sanki aradığınıza ulaştıracakmış gibi...

Önünüze herhangi bir konu verilmesi yeterli... Herşey hakkında fikriniz var. Sizin için çözüm hep bir A4 kağıdının yarısıyla sınırlı. O kağıdı el becerinizle dolduracak yetiniz çoğu zaman yok ama bilmemenin yarattığı utanma duygusu sizi çoktan terketmiş.
Mikrofon uzatılsa, yarım dakika hitap şansı verilse ve dahası sizin gibi olan biri evrenin derinlikleriyle ilgili fikrinizi sorsa "bilmiyorum" demiyorsunuz. Çünkü çözümünüz evrensel... Cahilliğin olağanüstü cesaretini, doğanın verdiği kahramanlık olarak algılıyorsunuz. Tek derdiniz "keşfedilmemiş" olmak.

Keşfedilmeyi makam sahibi olmak sanıyorsunuz. Zihninizin karanlığı sizi öyle bir yutmuş ki, şöhretle makamı da bir etmişsiniz... Aslında sizin gibi olup, lafazanlıkla kefeni delenleri baş tacı ediyorsunuz. Gerçekte söyleyecek sözünüz olmadığı için çok laf edeni adam sanıyorsunuz. Boşluğunuzu, laf kalabasıyla dolduruyorsunuz.

O kadar çoksunuz ki evrimi yavaşlatıyorsunuz... 

Her yerdesiniz. Dünyanın tepesinde, ücra köylerinde, gelişmiş denen şehirlerinde, okulda, hastanede, yolda ve pastanede... Kulüp başkanı, teknik direktörü, sporcusu olabiliyorsunuz. İçtiği çayın yanına simidini katık edip ilk on bir yapan adamla aranızdaki farkın büyük olduğunu düşünüyorsunuz ama düşündüğünüzün aslında sadece bir his olduğunun ayrımına varamıyorsunuz.

Bomboş olduğunuzu çırılçıplak gösterecek diye aydınlıktan da korkuyorsunuz. Fenerbahçeli'siniz ama feneri geçip, bahçede dolanıyorsunuz.

Işık er geç sizi de bulacak. Lafın sona erdiği, sevginin ışık olup, akla yol verdiği dönem de gelecek. Işığın sadece önünüzü aydınlattığı fikri de size ait... Attığınız her ters adımın, sarfettiğiniz her kem sözün açtığı çukuru da gösterecek ve utanacaksınız.

Neyse ki Fenerbahçe'den hala uzaksınız.
Fenerbahçe ta en içimizde ama siz yanlış yolda ve GPRS'e muhtaçsınız... İstila ettiğiniz sadece kendi yolunuz...
Işığın hedefinden çok uzaksınız!


   



     

16 Ağustos 2012 Perşembe

Ya Aykut Kocaman o konuşma yerine...


6 Temmuz 2011

Ortalık toz duman.

Fenerbahçe içinde, "Ya abi acaba ,yani olmaz ama ..." cümlelerini dost meclislerinde kuranlar çok.İnsanlık hali,kızamıyorsunuz.

Gazeteye ilan verelim fikirlerine "Durun bakalım ,daha neyin ne olduğu belli değil" diyen büyük(!) isimler var.

Fenerbahçeliler en küçük iyi haber kırıntısına muhtaç.
Bir açıklama gelir mi diye gözler FBTV'den ayrılmıyor...
Haberler hep bölük pörçük.

En yakın dostunuz bile "Ben de inanmıyorum ama Emenike'nin para sayarken görüntüsü bile varmış.Nasıl olur ya ..." diyebiliyor...

Gazeteler, televizyonlar bombardımanda ,gökten kemik yağıyor...

Haber bomba gibi "Aykut Hoca Basın Toplantısı yapacak"
Telefonlar susuyor,herkes ekrana kitlenmiş.


Hiç düşündünüz mü ,ya o gün Aykut Kocaman çıkıp "Fenerbahçe tertemizdir ,geçen yıl saha içinde aslanlar gibi mücadele edip kazandık ama iddialar da çok ciddi.Aklanana kadar görevime devam etmiyorum" deseydi ? Hiç bir suçlama falan yapmadan ,görevi bıraksaydı...

Kesin olan, Liseli Medya'nın ve 3 Temmuz darbecilerinin en sevdiği isim olurdu.

Belki şimdi milli takımın başındaydı.
Belki Fenerbahçe, Bank Asya 'dan Elazığspor yerine lige dönmüştü.
Mehmet Ali Aydınlar'ı kestiremiyorum ama belki hala TFF başkanıydı.Fenerbahçe başkanlığı mı ? Planı vardı elbette ama imkansızdı !

Kimse gücenmesin alınmasın,herkes sus pus beklerken ilk kurşunu Aykut Kocaman attı.
Kurgu bozuldu !
...
...
Bir sene sonra savcı beyin sözlerini de yazalım :
"Önce Radikal'den İsmail Saymaz'a, sonra da Hürriyet'ten Ertuğrul Özkök'e içini döken savcı Mehmet Berk, bir itirafa soyunuyor: Şike davasının Balyoz gibi 3-4 ay konuşulup biteceğini sandık, yanıldık."

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Bu Gece O Gece!

"Kara Şahin Düştü" filminin son birkaç sahnesini hatırlatmak istiyorum...

Somali Mogadişu'da öğleden sonra bir amerikan helikopteri düşer. Operasyona giden ve pilotları kurtarmakla görevli yüzlerce amerikalı asker, somalili milislerin ortasında kalır; hava kararıncaya kadar çatışmalar sürer. Herkes Mogadişu'nun karmakarışık sokaklarında sağa sola savrulmuştur. Çavuş Matt Eversmann ve adamları bir yıkıntının içinde yardım gelmesini beklemektedir.

Uzakta üç asker belirir ve onlara doğru koşmaya başlarlar. Onbaşı Jamie Smith'in önden koşar ve çavuşun yanına ulaşır. Sonra Nelson saklandığı yerden fırlar ve hedefe ulaşır. Twombly'dedir sıra ama somalililer onu görür ve sırt çantasından vururlar. Cephanesi alev alır. Onbaşı Smith tereddüt etmeden yerinden fırlar ve arkadaşı Twobmly çeker duvarın arkasına. Kendini feda eden Smith bacağından ağır yaralanır. Her yer kandır, sağ bacağındaki atardamara denk gelir kurşun. Gecenin karanlığında doktor ve Çavuş Eversmann büyük çaba verirler kanı durdurmak için. Tıbbi destek isterler ama herhangi bir helikopterin onlara ulaşma şansı yoktur.

Bu arada Delta Force'dan Çavuş Hoot onlara ulaşmak üzeredir. Helikopterin üzerinde zıplayan somalililer, çılgın bir ortam vardır.

Çavuş Eversmann ve adamlarının içinde bulunduğu yıkıntının etrafı sarılmıştır ve ağır silahlarla milislerin saldırısı başlar. Top, ağır makineli tüfek, havan... Taş üstünde taş kalmayacak şekilde bir saldırı. Hoot ve adamları yardımlarına yetişir, ağır silahları etkisiz hale getirip Eversmann'ın yanına ulaşırlar.

Smith'in durumu çok ağırdır. Kan kaybından ölmek üzeredir. Çavuş Eversmann'a seslenir. "Bana bir iyilik yap. Anne ve babama bugün sıkı savaştığımı söyle. Çok sıkı savaştığımı..." der ve nefesi durur. Doktorun çabaları boşunadır.

Eversmann bu durumu kabullenemez: "Sıhhı yardım gelmeliydi" der. Çavuş Hoot, onu elinden geleni yaptığına ikna etmeye çalışır. Eversmann "Blackburn düşmeseydi..." deyince Hoot, Eversmann'a çıkışır: "Sıhhı yardım gelseydi, kurtarmamız gereken bir helikopter enkazı daha olurdu. Çok fazla düşünüyorsun, kimin öleceğine, kimin düşeceğine sen karar vermiyorsun. Savaş bu! Smith öldü.. Balackburn düştü.. Olmamalıydı, olsaydı.. Bunları düşünecek çok zamanın olacak, şimdi sırası değil"

Bu sırada yaralı olmasına rağmen zırhlı birliklerin komutanı Albay Danny McKnight şehrin içine girip askerleri kurtarmaya kararlıdır. Gece 02:05'te askerlere ulaşırlar ve helikopterin enkazına da.. Enkaz içindeki pilotun cesedini çıkarmak için büyük bir gayret gösterilir, çelik kesicilerle helikopteri parçalayarak cesedi sıkıştığın yerden çıkarmaya çalışırlar. McKnight karargaha çalışmaların ne kadar süreceğini bilmediği şeklinde rapor verirken General'in pilotun cesedini kasteden emri açıktır: "Hiç kimse geride bırakılmayacak"

Hava aydınlanır, sabah 5 sularında zırhlı piyade taşıyıcılar yoğun ateş altında karargaha doğru yola çıkarlar. Karargaha döndüklerinde her yerde yaralılar ve kan vardır. Bitkin düşmüş askerler kendilerine gelmeye çalışırken Çavuş Eversmann, Çavuş Hoot'un geri dönmek için hazırlandığını görür:
"Geri mi gidiyorsun?"
"Hala orada olan adamlarımız var.. Lanet olsun.. Eve dönünce bana 'Hey Hoot, napıyorsun adamım? Yoksa savaş bağımlısı falan mısın?' diyecekler.. Tek kelime cevap vermeyeceğim neden?.. Çünkü anlamazlar da ondan.. Neden yaptığımızı anlamazlar.. Bunu yanındaki adam için yaptığını anlamazlar.. Sebebi bu.. Tek sebebi bu.."



Yaa işte böyle dostlar... Siyasetin, ekonomik çıkarların, uluslararası politikaların ortasındaki bir savaşta sadece yanındaki için savaşır insan.

Biz de Fenerbahçeliler olarak o geceyi yaşıyoruz. Uzun süren çatışmaların ardından yaralarımızı sarmaya çalıştığımız ama dışarıdaki seslerden çatışmanın bitmediğini bildiğimiz o uzun geceyi yaşıyoruz. Sabahında da çatışmaların en şiddetli şekilde süreceğini çok iyi biliyoruz. Ve çok büyük idealler için değil, siyasi iktidar vb. hevesler için değil sadece yanımızdaki için mücadeleye hazırız.

Şimdi bana soruyorlar, "Fanatik misin?", "Aziz Yıldırımcı mısın?" tek kelime cevap vermeyeceğim... Levent ve Armağan'la her golde sarmaş dolaş olmak için, Cantona'ya omuz omuza yapabilmek için, Tansev'le Doniker'le Bozkurt'la gol sevinçlerim için, Barış Güven için... Enkirmen için, Mine için, Emps için ve onun güzel çocukları için, Miralay için, Dayı için, Cüngü için, Hafız için, Negoş için, Hiro için, Gazi için... Çağdaş Libero için... Sobo için... Gevrim için... Dostlarım Affan için, Ozan için, Oğuz için... Ebru için, Ömer için... Eko için, Erjan için.. Can Abim için... Tüm I Blok için... Bütün Maraton Üst için... Kadıköy için... Fikirtepe için... Apartmanımızın Fenerbahçe formalı gençleri için.. Karşı apartmanda benimle birlikte bayrak asan benimle birlikte bayrağı indiren tanımadığım amca için... Adnan Amcam için Bilal Amcam için, kuzenlerim için... FBTV'den gözünü ayırmayan canım annem için... Beni Fenerbahçeli yapan rahmetli babam için...

SABAHI BEKLİYORUM!

Bülent Dölek

29 Haziran 2012 Cuma

Istanbul'dan Harrington geçti

Bugün 29 Haziran, Harington Kupasının yıl dönümü...

Hem sahada hem de savaş alanında, ne yana baksa Fenerbahçeli görüyordu "Büyük" Ingiliz komutan
İstanbul’un keyfini çıkarttırmıyorlardı.
O da işgal etmişti Fenerbahçe’yi.
Gerekçe olarak da işgal kuvvetlerine düşmanlık besliyorlar demişti .
Haklıydı
Kurbağalı dereden Anadolu'ya silah kaçırıyordu "Asiler"
Fenerbahçenin işgaline halk ayaklandı. İsyan durmak bilmiyordu.
Hatta arabası çalındı, parçalandı. Ankara’ya götürülüp Mustafa Kemal'e hediye edildi.
70 gün sonra kulübü açarken "Ülkelerini işgal ettik bu kadar tepki göstermediler" diyecekti.
Sonra giderayak intikam için ortaya koyduğu kupaya da el koydu bu "haddini bilmez asiler”
Oysaki özene bezene yaptırmıştı o kupayı. Alacağından o kadar emindi ki, misafir bile çağırmıştı. Profesyonel futbolculardan seçilmiş Guardlar Karması ilk golü attığında da muhtemelen etrafındakilere tepeden bakıp, zaferinden emin gülümsemişti.

Oysaki öğrenmiş olmalıydı “Fenerbahçeli teslim olmaz, vaz geçmez, sonuna kadar savaşır”
Istanbul’dan bir General Harrington geçti..
Sonra ne oldu..
Tıpkı Istanbul’a girerlerken onları bir tepeden izleyen En büyük Fenerbahçelinin dediği gibi “GELDİKLERİ GİBİ GİTTİLER”

Harrington gitti ama Fenerbahçe hala baki..
Bugün yine 29 Haziran..
Belki de bir başka zaferin tarihi olacak.
Karar mı?
Kimsenin umurunda değil.
Bizim sevdamız özel yetkiyle gelmedi, özel yetkili savcının hakimin kararıyla da bitmez.
Devir geçer, gelen gider ama FENERBAHÇE BAKİ KALIR
Yeter ki bu hasretlik bitsin. Gerisi hallolur.

Unutmayın gerçeklerin açığa çıkmak gibi kötü bir huyu vardır. Eninde sonunda adalet yerini bulur.

22 Haziran 2012 Cuma

Ankara'nın Çocuğuyuz

Aslında sizden sadece 3 yaş büyüktür ama her daim "abidir"

35 yıl önce başlayan abilik durumu hala devam eder.
Sizi kravat ceketli görse "gel bakayım, nereye lan böyle süslü püslü" der.
Karşısında bir anda istem dışı hazır ol ve tekmil verme konumuna geçersiniz.

Fenerbahçelidir. O da sizinle yaşıt kardeşi de.

Mahalle maçında "çok yoruldum gel yerime gir" diye kardeşinden önce size seslenmiştir.

19 Mayıs statında girmesi zulüm maçlara giderken sizi görüp,"aferin lan maça mı ?" diye sorması bile gurur kaynağıdır.

Kılığı kıyafeti yıllar içinde değişmez: spor ayakkabı kot pantolon, tshirt. Kışın üzerine ceket.

Evinizdeki cenazeye ilk o koşar gelir, sizi mutfağa çeker "para falan lazım mı koçum" der.
Onun cebinde para olmadığını siz de bilirsiniz, o da bildiğinizi bilir.
Ama "lazım" deseniz gider bulur.
Çünkü başkasına lazım olduğunda da sizden ister, sorgusuz sualsiz verirsiniz.

"Ulan gittin İstanbul'a unuttun bizi" diye takılır.
Sonra da sorar "gidiyorsun di mi maçlara ? Gidin tabi oğlum sakın Fenerbahçe'yi bırakmayın" der.

Bir gün karşılaşıp sohbet ederken o kaçan şampiyonluğu anlatır, bir anda yıkılmaz abi rolünden uzaklaşıp "çok ağladım " der, sonra da "anlatma lan kimseye" diye tembih etmeyi de unutmaz.

**
 "Aziz Yıldırım'ı yakacağız deseler, odun alıp gelirler" diye şike davasını özetler.

Ebru Köksaldı'ya hayrandır...
"onda mangal gibi yürek var arkadaş. Bak görünce selamımı söylemeyi unutma" der.

İstanbul'a nadiren gelir.
Geldiğinde de maça gider
"Abi geldiğinde arasaydın "dersiniz
"oğlum aceleyle geldim arayamadım, bir dahakine söz "der.
Çekingendir asla aramaz.

Facebook, Twitter falan tahminen hiç bilmez ama bu pazar Anıtpark'da olacaktır.
Görünce tanırsınız kot, tshirt, muhtemelen Adidas Top Ten (boğazsız)