6 Haziran 2015 Cumartesi

FİNAL SENDROMU

Fenerbahçe’nin katıldığı tüm branşlarda bir final sendromu yaşadığı artık yalın bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Son ve mikro örneklerini Karşıyaka ile oynanan basketbol karşılaşmalarında gördüğümüz dramatik kayıplar, artık bir travmaya dönüşmüş durumda. Peki bu sendrom ne zaman başladı? Sebepleri ne? Nasıl bitecek? Çözümü var mı?

Öncelikle sorunun kaynağını tespit etmek gerek. Fenerbahçe’yi epey uzun süredir takip eden biri olarak, bu sorunun - bir çok Fenerbahçelinin de benzer düşündüğüne eminim -2006 yılındaki Denizlispor maçıyla başladığını söylemek mümkün. Neden derseniz, daha öncesinde bunun aksine bir çok örnek gösterebilirim. Mesela 1983 yılında Fenerbahçe, Galatasaray karşısında 4-1 mağlup durumdayken son 15 dakikada maçı 4-4’e getirmiştir. 1988-1989 sezonunda, ilk yarısı Galatasaray lehine 3-0 biten maçı, ikinci yarıda Fenerbahçe efsanevi bir şekilde 4-3 kazanmıştır. 1996 yılında, ligin bitimine 3 hafta kala, 2 puan gerisinde bulunduğu Trabzonspor’u, üstelik 1-0 mağlup duruma düştüğü maçta deplasmanda 2-1 yenmiş ve kalan 2 maçı da kazanarak şampiyon olmuştur. Yine 2001 yılında, önce şampiyonluk adayı Gaziantepspor’u 0-3 yenik düştüğü maçta tıpkı Galatasaray’a yaptığı gibi 4-3 yenmiş, aynı yıl ligin son maçında Samsun’da 1-0 yenik duruma düşmüş, Galatasaray’ın da Trabzonspor karşısında farka gitmesiyle strese girmiş, yine de maçı 1-3 kazanarak şampiyon olmuştur. Bu kritik maçların hiçbirinde Fenerbahçe takımı veya taraftarı “eyvah maç gitti”, “şampiyonluğu verdik” gibi hezeyanlara kapılmamış, tam aksine büyük bir inanç ve direnç göstererek destansı maçlar oynamıştır.



Sendromun 2006 yılında oynanan Denizlispor maçı ile başladığını söyledik. Ama bunun bir yıl öncesinde Türkiye Kupası Finalinde alınan 1-5’lik Galatasaray mağlubiyetini de hatırlamak gerekir. Gerçi aynı yıl, hem de Galatasaray’ın 100. yılında, üstelik Galatasaray’ı yenerek şampiyon olup bu mağlubiyeti unuttuk ama, hemen ertesi sene yaşanan Denizli faciası, işi bir sendroma dönüştürdü. Denizlispor maçı herkesin malumu. Son haftaya lider girilmesine rağmen, hakemin, rakibin, şansızlığın, beceriksizliğin katkılarıyla verilen şampiyonluk. Bu maç maddi manevi büyük hasarlara neden oldu. Tekrar etmeye gerek yok. Ama işin kötüsü, camianın genetiğine işlemeye başlayacak final sendromunun ilk ve en önemli halkası oldu. Aynı yıl Türkiye Kupası da finalde Beşiktaş’a kaybedildi.

Aslında Fenerbahçe bu travmadan kurtulacak fırsatları yakaladı. 2006-2007 sezonunda, 100. yılımızda alınan şampiyonluk, yine ertesi sezon Şampiyonlar Liginde oynanan çeyrek final, hepimize umut, geçmişi unutmak için fırsat oldu. Fakat bu defa da şampiyonluk Galatasaray’a kaptırıldı ve başa döndük.

Akabinde yaşananlarsa sendroma halka üstüne halka ekledi. 2009 yılında Türkiye Kupası Finali, bir kez daha Beşiktaş’a kaybedildi. 2010 yılında son maça lider girilmişti. Şampiyonluk yakındı. Ama Türkiye Kupası Finalinde Trabzonspora kaybedilen kupa, final sendromunu derinleştirmiş, Denizli maçının da etkisiyle “yine mi?” sorularını akıllara getirmişti. Korkulan oldu ve bir şampiyonluk daha son maçta kaybedildi. Böylece Fenerbahçe, 2005-2010 yılları arasında oynadığı 6 final maçında, 2 şampiyonluk ve 4 Türkiye Kupası kaybetmiş oldu. Gerçekten inanılması zor bir istatistik.

Sonraki yıllarda final sendromunu kısmen de olsa yenebildik. 2010-2011 sezonunun ikinci yarısındaki 17’de 16 maçlık muazzam performans ve kazanılan şampiyonluk, 2012 ve 2013’te çok uzun yıllar sonra kazanılan 2 Türkiye Kupası, Avrupa Liginde oynanan yarı final. Hem erkek hem kadın amatör branşlarda kazanılan sayısız kupa. 





Ama 2011 şampiyonluğunun ardından gelen 3 Temmuz süreci ve yaşananlar, kaybedilen tüm kupalardan daha büyük bir sorun yarattı; “mağdur psikolojisi”. Yani “biz ne yaparsak yapalım, birileri bizi engelleyecek” düşüncesi. Kazansak da “kesin bir ceza verecekler” korkusu. Haklı temelleri de olan bu korku, maalesef aleyhimize işledi.

Tabi bu dönemde sendromu geri döndüren ve derinleştiren bir başka gelişmeyse, elbette Galatasaray’a son maçta kaybedilen şampiyonluktur. Kazansak bile puan silerek bizden alınacağına emin olduğum (bakınız 3 Temmuz sendromu), yine de “keşke biz yensek, onlar puan silseydi” dediğimiz maç, kısa bir zamanda 3. kez son maçta verilen şampiyonluk olarak tarihimize geçti.

Sonrası için istatistiklere diğer branşları koymayı gerek görmüyorum. Ama nice basketbol, voleybol, futbol maçında dramatik sonuçlar yaşadık. İlk akla geleni, kadın basketbolda finalde Galatasaray’a kaybettiğimiz Avrupa Kupasıdır. Son akla gelenler de, malum, en başta yazdığım Karşıyaka maçları.

Tablo böyle. Peki çözüm ne?

İşin birinci boyutu şu; kazanmak bir alışkanlıktır. Kaybetmek de öyle. Fenerbahçe’nin bence birinci hatası, bu sayısız travmanın çoğunu yaşamış oyuncuları, travma sonrası kadrosunda tutmuş olması ve çoğunu tutmaya devam ediyor olmasıdır. İsim zikretmeye gerek yok. Ama son maçlarda verilen 3 şampiyonluğu ve kupa finallerini yaşamış futbolcuların, performansları ne olursa olsun takımda olması bence yanlıştır. Çünkü bir yerden sonra umursamazlık yaratır. Bu nedenle bu oyuncuların gönderilmesi, teknik olmasa bile psikolojik açıdan doğrudur. Öte yandan tam tersi de mantıklıdır. Yani Kuyt gibi, Roberto Carlos gibi “winner” diye tabir edilen ve her daim kazanma alışkanlığı olan tecrübeli futbolcuların kadroya kazandırılması gerekir.



İşin ikinci boyutu, psikolojik yardımdır. Günümüzde bir çok kulüp, mentorlardan veya spor psikologlarından destek almaktadır. Fenerbahçe’nin de bu yardımları dönem dönem aldığını basından duyuyoruz. Ama yeterli olmadığı kanaatindeyim. Ve talep edildiği takdirde bu işi seve seve yapacak, konusunda uzman bir çok Fenerbahçeli olduğunu biliyorum. O nedenle tüm branşlardaki sporcularımıza, belirli bir program altında sürekli destek sağlanması gerektiğini düşünüyorum.

Üçüncü boyutsa korkuyla alakalı. Bütün bu yaşananların, taraftarda yarattığı korku ve çabuk pes etme psikolojisi. Aslında bu çok ironik bir durum. Çünkü 3 Temmuz sürecinde herkese meydan okuyan taraftarın, sezonun bitimine 5 maç kala “şampiyonluk gitti” diye pes etmesi, bir maçın bitimine epey süre varken “gitti maç” demesi tuhaf bir durum. Ve bunun aşılması gerekiyor. Fenerbahçe’nin en başta bahsettiğim, hiç bir maçı bırakmayan o efsane kimliğine geri dönmesi gerekiyor.

Bunun için de yapılması gerekenler var. Mesela Başkan tarafından kullanılan ve normal zamanda katılabileceğim, ama mevcut şartlarda kabul edilmesi zor “İkincilik sorun değil” söyleminin terk edilmesi lazım. “Fenerbahçe için ikincilik kabul edilemez” cümlesinin bir şartlandırma olarak kullanılması, ama bunun gereği olarak da tüm camianın son ana kadar hiç bir maçı ve kupayı bırakmaması gerek. “Şu kupa önemli, bu kupa önemsiz” demeden, çıktığı her finali kazanmak için oynamalı, hiç bir maçı bitmeden kaybettik dememeli.

Ve hepsinden önemlisi, 3 Temmuz’un unutulması gerek. Yaşadıklarımızı, soracağımız hesapları unutalım demiyorum. Ama artık sahada 3 Temmuz’u unutmalıyız. Çünkü yukarıda özetlediğim o psikoloji bize zarar veriyor. Ve 3 Temmuz’a esas cevap vermemiz gereken saha içini, bir mağduriyet alanına çeviriyor.


Fenerbahçe’nin bu sorunu aşacak potansiyeli ve gücü var. Artık bunu kullanmalı ve kendisine yakışır bir mücadele göstermeli. Her branşta, her maçta, her finalde. Son düdük çalana kadar.

2 Haziran 2015 Salı

Kaybolan Neşemiz ve Taraftar Sayıları.

Başka bir Fenerbahçe mümkün sloganıyla başlayan tartışmaya (tartışmayı olumsuz anlamda kullanmadım) sevgili Noavas "Başka Bir Fenerbahçe Tarifi" başlıklı yazısıyla katıldı ( http://noavas.blogspot.com.tr/2015/05/baska-bir-fenerbahce-tarifi.html?spref=tw ) Ve Fenerbahçe'nin en değerli özelliğini, neşesini kaybettiği tespitiyle şu mottoyu kullandı: "Fenerbahçe neşe verir, can katar, iyi gelir"..

Yaşı elverenler hatırlar. 1996-2000 döneminden önce bu ülkede kimin çok taraftarı olduğu tartışması yapılmazdı. Yarı yarıya tribünlerin olduğu dönemlerde, kendi tarafını dolduramayan rakiplerin yerini de Fenerbahçe Taraftarı doldururdu. Lakin 1986-1987 sonrasında başlayıp 1996-2000 yılları arasında zirve yapan Galatasaray dönemi, sıklıkla "başarı jenerasyonu" olarak tarif ettiğimiz bir taraftar kitlesi yarattı. İlerleyen yıllarda gerek Fenerbahçe'nin kullandığı "Biz bize yeteriz", "Bir gün herkes Fenerbahçeli olacak" gibi sloganların karşısında, Galatasaray "Avrupa Fatihi" "Türkiye'nin Gururu" gibi sloganları pompalayarak (elbette UEFA Kupasının da büyük katkısıyla) büyük bir taraftar kitlesi ve "sempati" kazandı.

Günümüzde kimin daha çok taraftarı var tartışması için elimizde somut rakamlar var. 25 milyon taraftarı olduğunu iddia eden Fenerbahçe ve Galatasaray'ın bu söylemlerini ve dönem dönem açıklanan kaynağı ve yöntemi belirsiz anket sonuçlarını bir kenara bırakırsak, bize ipucu verecek ve detaylı analiz yapmamızı sağlayacak veriler mevcut.

Mesela sosyal medya bunlardan biri. Twitter ve Facebook gibi iki mecra üzerinden gidersek, Galatasaray Spor Kulübü'nün resmi hesabını twitterda 5.43 milyon kişi takip ederken, Fenerbahçe'nin resmi hesabını 4.38 milyon kişi takip ediyor. Facebook'ta da Galatasaray'ın 12 milyona 9.5 milyon üstünlüğü var.

Sosyal medya rakamları bana çok bir şey ifade etmiyor. Bunu Fenerbahçe geride olduğu için söylemiyorum. Çünkü efektif taraftarlık anlamında "beğenmekten" veya "takip etmekten" fazlası gerekiyor. Kulübüne üye olan, kombine alan, tribün kovalayan, lisanslı ürün kullanan, Kulübün düzenlediği etkinliklerde yer alan taraftar sayısı bence bu açıdan daha belirleyici. Bu durumda da bir başka göstergeye bakabiliriz. Passolig taraftar kart sayıları. Galatasaray bu sezonu 246.320 adetle birinci, Fenerbahçe ise 200.760 adetle ikinci sırada bitirdi. ( https://www.passolig.com.tr/taraftar-ligi )

Galatasaray passolig taraftar kart sayılarında da önde olmakla beraber, burada bir kaç hususa dikkat çekmek gerek. Galatasaray sezona passolige geçerek ve Şampiyonlar Ligine direkt katılarak başladı. Fenerbahçe ise hem Avrupa'da cezalıydı hem de passolige epey sonra dahil oldu. Passolig protestolarına Aziz Yıldırım tepkileri eklendi. İptal edilen kombine kartlar, bütün sezon kapatılan Okul Açık Tribünü ise tuzu biberi oldu. Sonuçta kavgalarla geçen bir sezon, bölünmüş tribünler derken yine de son 4-5 haftaya girilirken rakamlar birbirine çok yakındı. Elbette Galatasaray'ın liderliği almasıyla fark açıldı ve sezon böyle kapandı. Öte yandan tersi bir durumda, yani Fenerbahçe mevcut sorunlarını yaşamıyor ve Şampiyonlar Ligine direkt katılıyor olsa, bu farkın Fenerbahçe lehine ve çok daha büyük olacağı da rakamlardan açıkça görülüyor. Böyle bir durumda Fenerbahçe adına rakamın 300.000'leri bulması muhtemeldi, ki bu da bizi Fenerbahçe Taraftar Kart sayısına ulaştırıyor.

Peki bu 300.000 rakamı, yukarıda tarifini yaptığımız efektif taraftar sayısı mıdır? Başka veriler var mıdır? Kabaca böyledir demek mümkünse de, Fenerbahçe adına bir başka önemli gösterge daha var, o da "Adalete Fener Yak" yürüyüşü. Çeşitli kaynakların verilerine göre yaklaşık 500.000 kişinin katıldığı tahmin edilen bu yürüyüş, Fenerbahçe adına oldukça önemli bir rakam. Çünkü benim gözümde bir camianın gücü, mobilize edebildiği taraftar sayısıyla yakından ilgilidir. Bugün siyasi partiler dahi çok büyük imkanları seferber ederek bu rakamlara bile yaklaşamayan mitingler yaparken, Fenerbahçe'nin tamamı gönüllü 500.000 insanla yürümesi muazzam bir olaydır. Ve Fenerbahçe camiasının gücünü göstermesi bakımından son derece önemlidir.


Öte yandan böyle bir gücün sürekli kılınması, aidiyet duygusunun sıkı sıkıya sağlanması Fenerbahçe için en önemli konu olmalıdır. Zaten "1 Milyon Üye" projesinin temel amacı da budur. Çıkış amacı çok doğru olan ve aslında bambaşka bir yazının konusu olacak bu projenin uygulamasında hatalar olduğunu da söylemeden geçmemek gerekir. Çok değerli Fenerbahçelilerin ürettiği ve finansal olarak da Fenerbahçe'ye getirisi olacak bazı düzenlemelerle bu projeyi hedefine ulaştırmak, en azından yaklaştırmak aslında çok da zor değil. Umarım bunlar düzeltilir, öneriler dikkate alınır da, proje arzuladığımız rakamlara ulaşır.

Başa dönecek olursak; Fenerbahçe "Hababam" dönemlerindeki o neşesini, keyfini, 1980'lerin ortasından itibaren kaybetmeye başladı. 103 gollü sezon hariç, şampiyon olduğumuzda bile neşemiz hep eksildi. 1960-1970'lerde bir Fenerbahçe vardı. 1980'lerde ve 1990'larda başka bir Fenerbahçe. Aziz Yıldırım da belki kafasında benzer bir sloganla gelip başka bir Fenerbahçe yarattı. Sonra 2007'den itibaren, kendi yaptığı bozdu, daha başka bir Fenerbahçe'ye evrildik. 3 Temmuz darbesi ise bambaşka bir Fenerbahçe yarattı. Mali, sosyal, duygusal, her anlamda. Ve bugün taraftar başka bir Fenerbahçe talep ediyor. Sevgili Noavas'ın dile getirdiği ve benim de katıldığım üzere, biz de neşelendiren, keyif veren, bizi yormayan bir Fenerbahçe istiyoruz. Kendimiz için değil, gelecek nesiller için. Mücadelenin göbeğine doğan çocuklar için. Sporun, futbolun, Fenerbahçeli olmanın tadını, keyifini çıkaramayan Fenerbahçeliler için.

Pazar günkü Kongre'de yeniden Başkanlığa seçilen Sn. Aziz Yıldırım'ın bu neşeli Fenerbahçe'yi yaratması zor görünüyor. Çünkü hem camia bir çok konuda parçalanmış durumda, hem de bunların düzeltileceğine dair bir işaret görmedik. Camiadaki barışın ve huzurun geri gelmesi için sanırım tüm kesimlerin üzerinde uzlaştığı isim Ali Koç'un gelmesini beklemekten, bu arada da sportif başarılara sığınıp, en azından üstün olduğumuz efektif taraftar sayısındaki trendi de tekrardan yukarı çevirmeye çalışmaktan başka bir şey gelmiyor elimizden.

52.000 kişiyle "Hababam, Güm Güm Güm" diye neşeyle bağırabildiğimiz günleri görmek ümidiyle...